Turizm ve Destinasyon Geliştirme Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Can Yazıcı, ST Endüstri Radyo’da Çiğdem Aydoğdu’nun hazırlayıp sunduğu “Çiğdem Aydoğdu ile Turizm Gündemi” programına katıldı.

Türk turizminin iklim değişikliğiyle mücadelesi neden önemli, destinasyonlarda temiz enerji kullanmak, seyahat ve iklimi ortak bir noktada buluşturmak için neler yapılıyor?  

Aslında Türkiye’de küresel ısınma, iklim değişikliği, sürdürülebilir turizm gibi kavramlar henüz yeterince idrak edilmiş değil maalesef. Ama belli başlı kuruluşların ve özel sektörün duyarlılığı yüksek. Birkaç sivil toplum örgütü de konuyla ilgili çalışmalar yapıyor ama turizm tarafında böyle bir çalışma yok. Oysa sürdürülebilir turizm, çevreyi korumak, karbon ayak izini azaltmak, atıkları azaltmak, enerji kullanımında tasarruf sağlamak, hijyen gibi yeni eğilimler, özellikle yabancı turistlerin turistik destinasyonları seçmesinde çok önemli unsurlar haline geldi. Biz TDGD olarak bu konuları takip eden kurumlardan biriyiz. Avrupa’da akıllı başkentler oluşumunda sürdürülebilirlik, atıkların azaltılması, hijyen gibi konuların yanı sıra turizmin sosyal kalkınmaya etkisine dikkat ediyorlar. Turistler de gittikleri yerlerde harcadıkların paranın oradaki esnafa, kadına, çocuğa, hayat kalitesine katkıda bulunup bulunmadığını sorguluyor; bunlar yeni trendler. Türkiye’nin bu konuları anlaması lazım, biz de dernek olarak bunları anlatmak için varız zaten.

Standartlar ve kriterler diyoruz. Bunları oluşturabiliyoruz ama bizde denetleme ve sürdürülebilirlik gibi bir problem yok mu genel olarak?

Tabii ki. Mesela otellerdeki, restoranlardaki hijyen dediğinizde bunun bir standardı yok. Bir dönem moda gibi başlıyor, devamı gelmiyor, oysa bunların sürekli olması lazım. Yerel yönetimlerin tesisleri çok net kontrol etmesi lazım. Şehrin turistleri, özellikle yabancı turistleri karşılamaya, onların standartlarına uygun ortamı sunmaya hazırlaması lazım. Ama bu konuda uluslararası standartlarda sistematik bir çalışma yok maalesef. Bununla birlikte “olacak” diye düşünüyorum, çünkü herkes artık turizmle kalkınmanın ne kadar önemli olduğunu fark etmeye başladı. Türkiye’deki en kıyıda köşede kalmış kentler, ilçeler dahi bunun farkına varmaya başladı. Bu farkındalığın da bir avantaj olduğunu düşünüyorum.

Özellikle pandemiden sonra alternatif turizme yönelim fazlalaştığında gelirin yatay dağılımı, kitle turizminden yerelde kamplar, bungalovlar, ev pansiyonculuğuyla sağlanmaya başladı. Ama burada da yine standart yok. Bu durumda turizmde yatay yapılanma nasıl gelişecek?

Turistik yöredeki halkın bu işten bir çıkarı olduğunu ve bunun kendisine dönüşü olduğunu bilmesi, idrak etmesi ve turizm hareketine katılması lazım. Oluşacak ekonominin içinde pay alacaklarını bilmeleri lazım. Deniz, kum, güneş turizminde sağlanan gelir piramidin ucunda kaldı, hiç aşağıya inmedi. Çok güzel tatil köylerinde çok iyi hizmet verilerek turistler ağırlandı ama bu durum oradaki esnafa ve halka hiç yansımadı. Dolayısıyla bu bahsettiğimiz konuda o yörenin turizm için topyekun hazır olması, turizmi destinasyon mantığıyla yönetmesi, yörenin bir temasının olması, bir şey vadetmesi ve o vaadin arkasında durması, o konuyla ilgili kendini geliştirmesi ve zamanla da o konseptle birlikte anılan bir yöre olması lazım. Tüm paydaşların bunlara sahip çıkması da gerekiyor tabii ki. Bunlar olmadan bir destinasyon gelişmez, tanınmaz, markalaşamaz. “Marka” tanımı biraz dilimize pelesenk oldu ama yabancı turist için bir güvence anlamına geliyor. Marka olmuş bir yöreye beş yıl sonra da gitsek aynı hizmeti alırız, aynı lezzeti buluruz, aynı standartları yaşarız diye düşünüyorlar. Bu sürekliliği sağlayamazsanız, destinasyon vaadinin arkasında duramazsanız turistler tercihlerini oraya bir daha gelmemekten yana kullanabiliyorlar. Yaşadıkları deneyim olumlu olduğu takdirde de yanlarında yeni arkadaşlarla geliyorlar.

Yerelde destinasyon yönetiminin nasıl olması gerekiyor, yerel yönetimler bu süreçlerde hangi inisiyatifleri almalılar?

Bu çok önemli. Bir defa yerel yönetimlerin yarattıkları katma değer ve ekonomik büyüklük Türkiye’de hiçbir holdingin sahip olmadığı kadar büyük bir ölçek. Siyasetten bağımsız olarak şöyle düşünmeleri lazım: Oranın valisi kendisini turizm anlamında bir yönetim kurulu başkanı, belediye başkanı ise CEO olarak görmeli. Mevcutta yapılan işlerin dışında o şirket/bölge nasıl gelişecek, nasıl daha rekabetçi olacak, nasıl daha fazla pazar payı elde edecek? Bunlar sorgulanmalı. Buna göre insan kaynağı organize edilmeli, ürün ve hizmetler paketlenmeli, bunların kime ve nasıl sunulacağı belirlenmeli. Bir de gelecek öngörüsü gerekiyor. Bir hedef koymak ve o hedeften geriye doğru planlar yapmak lazım. Yörenin halkıyla, paydaş kurumlarıyla, esnafıyla birlikte turisti karşılamaya hazır olup olmadığına bakmak lazım. Sonra tabii ki tanıtım faaliyetleri, sosyal medya çalışmaları, festival gibi etkinlikler yapılacak. Bunları herkes yapıyor ama sınırların ötesine taşıyamıyor birçok yer. Bizim UNESCO tarafından kabul edilmiş gastronomi şehirlerimiz var Gaziantep ve Hatay gibi. Bu çok değerli bir şey. Ama yurt dışından daha fazla turist çekmek için çaba da harcanmalı. Yani markalaşmanın bir destinasyon pazarlama organizasyonu şeklinde yapılması gerekiyor. Bizim nesilden nesile aktarılan çok önemli bir gastronomi kültürümüz var. Bunu biz biliyoruz, dünya bilmiyor.  Bunları da anlatmak lazım. Bunun için de gastro diploması lazım, özel iletişim yapmak lazım. Gastronomi turistleri normal turiste göre 1,5 kat daha fazla para harcıyor. Hele bunun içinde kültür sanat da varsa 2 kat daha ekleniyor. Bu ikisi bir turistin 3,5 kat daha fazla para harcamasını sağlıyor.

Bunları herkes biliyor galiba ama bilmekten ziyade istemek ve uygulama noktasındaki eksiklerimizi gidermek lazım sanırım.

Size katılıyorum. Onun için proje üretmek lazım. Geliştirme dediğimiz şey bu zaten. O destinasyonun hangi yönlerini geliştireceksin, çekicilik unsurları ne? Bunlar hep ortak akılla çıkacak işlerdir, plandır, yatırımdır. Örneğin, sizce Viyana’nın tanıtıma ihtiyacı var mı? Herkes tanıyor. Ama Viyana, en çok gidilmek istenen şehirlerden biri olma durumunu koymak için sürekli çalışıyor. Dünyada milyonlarca kişi yeni yıl sabahını Viyana Filarmoni Orkestrası’nın yeni yıl konseriyle karşılıyor. Bence bu bir yeni yıl konseri olmaktan ziyade çok başarılı bir destinasyon projesidir. Çünkü konser arasında önceden çekilmiş ve Viyana’yı tanıtan filmler gösteriliyor ve milyonlar konseri dinlerken bunları izler. Türkiye’de de bunlar yapılabilir. Dünyada ödül alan destinasyonları takip ediyorum. İzlanda ödül alıyor mesela, tabii ki alabilir. Sonra Türkiye’yi düşünüyorum, bizde tarih, kültür, gastronomi… her şeyin çok fazlası var. Fakat İzlanda’nın başardığı paydaşlarıyla bir araya gelip ellerini vurup “şak” sesini çıkarmalarıdır. Biz bunu yapamıyoruz ama yapacağımıza inanıyorum.

Hep dış turiste yönelik konulara bakıyoruz ama asıl etken iç turist. Yabancı turist geliyor, el değmemiş dağ dediğimiz yerde çöplerle karşılaşıyor mesela. Genel bir kültürsüzlüğümüz var. Aynı şekilde temizlik, hijyen, sürdürülebilirlik gibi konuları özümsememiz gerekmiyor mu?

İnsanlar suyunu içip yüzebildiği bir ırmağın çevresinde kamp kuruyor, sonra da çöp atıyor, şok oluyoruz. Rahatladığın, eğlendiğin, sağlığına katkı sağladığın bir yere niçin çöp atarsın ya da kirletirsin? Mesele bu! Çünkü orayla çıkarı ve düzenli bir ilgi bağı yok, oranın varlığıyla kendi hayatının varlığı arasında bir çıkar ilişkisi yok, bu işten benim payıma düşen ne diyebileceği bir konu, vaat yok. İşte bunun oluşması lazım. Bu bizim kültürümüzle mi ilgili? Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bu, yabancılaşma ve sosyal çölleşmenin etkisi. Yere çöp atan insanların örnek ve ilham alacağı kişi ve kurumların olması lazım. Bunlar ne kadar çoğalırsa insanlar da bundan o kadar etkilenirler ve öyle davranırlar. Bu bir anlayış meselesi. Çünkü kültür böyle doğmaz; kültür bir şeyleri yaparak, yaşam tarzını deneyerek, kazandığın deneyimi aktararak oluşur.

Türkiye’de potansiyeli olan yeni destinasyonları değerlendirirken ve turizme açarken hangi kriterlere dikkat edilmeli? Sürdürülebilirliğe yönelik, yaratıcı turizm ve konaklama türlerini nasıl çeşitlendirelim ki yerel kalkınmaya da faydası olsun?

Dünyadaki iklim değişikliği, doğanın ve çevrenin korunması, bazı şeylerin sürdürülemez hale gelmesinden dolayı sürdürülebilirlik kavramı çıktı ya… Birleşmiş Milletler, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri diyerek 17 madde koydu ortaya. İlginç maddeler var, mesela kadınlara pozitif ayrımcılık deniyor. Demek ki bugüne kadar kadınlar itilmiş ve bakmışlar ki ekonomi böyle büyümüyor, çalışanların hakkı yenilerek işler sürdürülemiyor, karbon ayak izini azaltmak gerekiyor, dünyanın klimaları olan Kutuplar eriyor vs. Geçmişte sanayileşeceğim, üreteceğim, tüketimi artıracağım şeklindeki kapitalist sistem döngüsünü kırmak için yapılan bu çalışmalar ne kadar sonuç verecek bilemiyorum. Çünkü bir de “yeşilciymiş” gibi davrananlar ortaya çıktı. Sürdürülebilir turizm meselesi de bundan farklı değil. Sonuçta sen bulunduğu bölgedeki toprağı, tarımı koruyacaksın. Toprak karbonu en çok emen, kirliliği azaltan unsur. O zaman o toprağı işleyeceksin. Kültürün var oluş nedeni olan tarımı da canlandıracaksın. Doğayı koruyacaksın, oranın dağlarını, vadilerini koruyacaksın… Şimdi yepyeni bir konu çıkıyor: Sorumlu turizm. Turistler gittiğim yöredeki yerel halka ve ürünlere saygıyla yaklaşmalı, dağına çöp atmamalı, yemeklerini tatmalı, paketlenmiş ürünlerini almalıyım diyorlar. Orayla ilgili hikayeler duymak, yedikleri yemeğin tarihini dinlemek, o yemeği pişirmek, çapa da yapmak mahsul de toplamak istiyorlar. Kendilerine yabancı gibi davranılmamasını bekliyorlar. Yerel yönetimlerin algısı da bu yönde olmalı. Dünyaya yabancı olarak yabancıları karşılayamayız. Turistleri de biraz merak edelim, onların kültürleri hakkında bilgi sahibi olalım, hedeflediğimiz kitleyi en iyi şekilde ağırlayalım. Bunlar çaba ve organize olma meselesi.


İlgili haberin linki:https://radyo.stendustri.com.tr/yavuz-can-yazici-cigdem-aydogdu-ile-turizm-gundemi/